İlhan Berk, telefon edip "Sakın bu Esrariler'i çıkarma, iyi düşün" demişti, çok kızgındı, şiirime kötülük ettiğimi düşünüyordu. Aşağıda cevaben yazdığım mektup. 22 Kasım 2002 tarihli. Kitap o sırada yayınevinde bekliyordu.
Sevgili İlhan.
Esrariler için düşündüklerin, bu düşüncelerin senden gelmesi nedeniyle beni çok etkiledi, o günden beri kafamda kendimi sana karşı savunuyorum. Esrariler’i bir kez daha okudum, baktım, sonra da senin Poetika’yı bir daha devirdim, ne demek istediğini daha iyi anlamak için, çünkü kızdığını anladım ama neye kızdığını tamamen anlamadım.
Önce, Esrariler’in benim için anlamından, öneminden söz edeyim. Bu bir şiir kitabı değil. Bu ortaya bir eser çıkarmaktan çok, eser çıkaran adamı korumak için yazdığım bir şey. Şiiri, uzun süredir, şairi koruma sanatının sonunda gerçekleşen bir şey olarak görüyorum. Bir şairin bir şaire en büyük hediyesi bunu nasıl becerdiğini yazıp bırakmasıdır, ben de bunu yapıyorum. İkili Tekrar çıktığında Radikal’de “bu şiirler ritmik bir mükemmelliğin şiirleri, ama her nedense bu kez kendine konu olarak dervişçe bir bakışı seçmiş” diye yazmışlardı, buna ne kadar üzüldüğümü hatırlıyorum, o ritmik mükemmelliğin içine etmek istediğim ânı. Romeo ve Romeo da öyle. Oradaki Yunus Emre’yi bir tek Haldun Bayrı gördü, Lale mandala şiiri dedi, küçük iskender şiir dansı dedi, sen de müthiş kurulmuş bir matematik bulmuştun, halbuki Esrariler’i okuduktan sonra bir kere daha Romeo’ya bakarsan oradaki esrariliği de göreceksin. Şiirini korumaya kararlı bir şairin bunu yapabilmek için geliştirdiği dünyayı anlatıyor, esrari benim, yoksulluk, kader, kör tarih, allah, antiglobalizm, af, suç, ceza, antiemperyalizm, şiir, kadercilik, geri çekilme, bakma, görme, vicdan, vicdan hukuku, takvim, tabiat, boşluk, birlik.... bunlar hepsi benim konularım. Bunları “bendeniz şaire” daha uygun bir biçimde daha teorik bir dille de yazabilirdim, ama ben o “mükemmel şiirler yazan adam” balonundan çok sıkıldım, o balonu patlatmak istiyorum. Bu kitap çıkarsa, hiçbir şey değişmeyecek, ben televizyonlara, dergilere çıkmayacağım, köşeyazıları yazmaya da başlamayacağım, bir sonraki şiir kitabımda herkesin bildiği şair sessizce geri dönecek, ama bu kez umarım o kapalı kimliğinden biraz kurtulmuş olacak, şiirimin yolunu açacak. Çok değil, biraz. Ahmet Haşim’in tam da benim bu yaşımda bu ihtiyacı duymak üzereyken ölmüş olmasına çok üzülüyorum.
Poetika’da Beckett bahsinde “sözsüz ses” olarak tartıştığın şeyi ele alalım mesela. Ben batı kültürü almış biri olarak Beckett’i anlıyorum, sözsüz ses batılının bunalım anıdır, sözsüz sesin bir zafer anı olabilmesi için inanç gerekir, Rimbaud’nun bunun farkına vardıktan sonra inanca yöneldiği söylenebilir, Blanchot Rimbaud’nun Uykusu’nda böyle diyor hatırladığım kadarıyla. Biz sözsüz sesi daha baştan ilahî kılmışız, Hint’te ateşin çıkardığı ses ilk şiirdir, işte burada işin renginin değiştiğinin, hatta Mallarme’nin bile artık şiir olarak değil de ancak batının yetiştirdiği en yüksek beyinlerden biri olarak değerli kaldığını düşünüyorum. Kaderi savunan, bu savunmadan şiir tekniği açısından bilgiler toplayan, ânı gören, ândaki boşluğu gören (Beckett), ama bu boşluk karşısında bir batılı gibi ya hedonizme ya da nihilizme kaçmayan, boşluğun karşısındaki birliğin değeriyle aydınlanan, sözsüz sesi duyduğunda tanıyan ama o ânı bir aydınlanma ânı olarak gören bir görüş içindeyim, esrarilerin duruluğunu bulursam daha duru şiirler yazacağını düşünen bir görüş içindeyim.
Bunları seninle karşılıklı konuşabileceğimiz günü iple çekiyorum. Enis’ten hâlâ bir haber yok ama bırak bu kitap yayınlansın, şiirim beni her zaman korur, benim için bir büyüğüm olarak telaşlandığın için ayrıca teşekkür de ederim, seninle tanışık olmak işte bundan güzel.
Sevgiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder