26 Haziran 2013 Çarşamba

[Bugün birden ağzımdan çıktı: “Haklılıktan yoruldum”.] Ama bakıyorum kimse haklılıktan yorulmuyor, yorulmayanlar Erken Öten Horozlar. O kadar çok çabuk yer konum değiştiriyorlar ki, çünkü erken davrandılar, gözlemlerini sıralayacaklarına daha birinci günden bilmişliklerini sıraladılar. Her gün yeni bir kaleleri düşüyor, o yüzden sürekli yer konum değiştiriyorlar, yer konum değiştirmeyenlerin ise haklılıktan yüzleri şişti, yanakları kulak tarafından öne doğru açıldı, dalga geçmiyorum, bayağı şişlikten bahsediyorum, Allah kimseye bu kadar çok kendini savunma mecburiyeti vermesin. İnsanda biraz “vakıa duygusu” olur, karşına şaşırtıcı bir şey çıkar, bir “vakıa”, ona önce bir bakarsın, bir şey “olmaktadır”, olmakta olanı hemen anladığını iddia eden zaten anlamak istemiyor demektir, daha ne oldu ki sen hemen anladın: [YOK] Parktakiler darbecilerin oyununa geliyor [MUŞ] - [YOK] Selden geriye kalacak kum laik nihilizm [MİŞ] - [YOK] Barış Süreci Gezi’den bu yana yavaş yavaş ölüyor [MUŞ] [MUŞ] [MUŞ]. Bunların hepsi “folklorik şeyler”, düşünmeyi değil de “folklorik takılmayı” seçmek ülkemizde alışık olduğumuz bir şey. Kimisine yakışıyor, kimisine yakışmıyor, üzüyor. Herkes uykuya geçmeden önceki hiç olmazsa son on saniyede ne olduğunu kim olduğunu bilir, bilmem, belki Şiş Yüzler bilmiyorlardır, öğrenecekler. Utku Özmakas’ın şaşırtıcı bir olay karşısında savuşturmanın çaresizliği ile duraksamanın değerini anlatan önemli bir yazısını aşağıda alıntılıyorum. Benim düşüncelerim değil, ama karar vermeyi “beklerken” gözlediklerim ise şunlar: [1] Gezi Direnişi bir patlama, patlamaları anlamak kolay değil, bundan sonra ne olacağını öngörmek de kolay değil, ama her patlamada olduğu gibi olanbiteni geri saramazsınız, mutlaka bir şeyleri değiştirecek, yeni bir siyaset çıkmaz belki ama mevcut siyaseti değiştireceği şimdiden meydanda. [2] Gezi bir “Ben varım, beni yok edemezsin” kalkışmasıydı, sınıfsal analizini çok hevesli olmama rağmen yapamıyorum, daha çok sanki sınıflararası bir kesit gibi, bir görünürlük zaferi. Gezideki herkes kendini karşıdan arkadan yandan her açıdan beğeniyordu, orada yanında bulunan “başka”larının gözünden güzel göründüğünü biliyordu, “cehennem başkası” değildi - tersine herkes barış içinde kendini seviyordu, bu çok nadir rastlanabilinecek bir durum, ancak zor kullanarak dağıtılabilinirdi, zaten de öyle oldu. [3] Polis Gezi’yi dağıtmak için öldürmeyi göze alarak saldırdı, zaten “Taksim’e giren herkes teröristtir” sözünü unutmadık, başbakan da polisin “asli görevi”ni “önce su, sonra gaz” olarak tanımladı, ben atılan gazların dozajının yüksek olduğundan o kadar eminim ki yaşadığım şeylerden sonra söz verdim, bir daha hiçbir sineğe Sheltox sıkmayacağım. [4] Direnişin hiçbir yerinde şiir görmedim. Şiir Türkiye’nin direniş geçmişinde hep görünürlerde olurdu, bu kez yoktu. Şiirsiz bir direnişti demiyorum ama şiir - şiir olarak yoktu, ancak genel atmosferde koklanabilen bir uçucuydu. [5] On yıldır mizahsız yaşıyorduk, mizah geri geldi, ortalık şenlendi. Mizah “patlama”nın en sıkı araçlarından biri olduğu için onu da patlayan fünyeye geri tıkmak mümkün olmayacak. [6/SON] Son on yıldır konuşa konuşa bizi bıktıran bir sürü Fikir Fahişesi’nin süresi doldu. Biraz tazelenmenin zamanıydı.

Felseferteleme
Felsefe ile erteleme arasında sıkı bir
ilişki var. “Erteleme” ister istemez
bir “suskunluk”, bir “bekleme” yaratır;
ancak bir “duraksama” değil.
Bekleme ile duraksamayı birbirinden
ayırmak için basit bir örneğe başvurabiliriz:
Gündelik hayatta karşımıza
çıkan şaşırtıcı bir durum karşısında
gayriihtiyari bir duraksama yaşarız;
ancak modernliğin gereği olarak bu
durumu savuşturmaya çalışırız. Oysaki
“bekleme” daha bilinçli bir adım.
Meselemize geri dönelim: Descartes’ın
meşhur formülündeki dolayım,
o “önemsiz” orta terim (düşünüyorum
“o halde” varım) ertelemenin basit
bir görünümüydü. Hegel, “Minerva’nın
Baykuşu alacakaranlıkta uçar”
derken tam da böyle bir ertelemeden,
günün sonuna dek beklemekten söz
ediyordu. Bu bekleme, Wittgenstein’da
üzerine konuşulamayan şeyler
hakkında “susma”yla sonuçlanmıştı.
Hatta Avusturyalı suskunluğu bir sınır
olarak kurmak zorunda kalmıştı.
Heidegger ertelemeyi öyle bir boyuta
taşıdı ki, sonunda felsefenin kendisini
erteleyip suskunluğa havale ederek
şiiri felsefeye bir model olarak önermişti.
Zaten açık olan kapıyı tekmelememek
için Derrida’dan söz etmiyorum
bile. Peki ya Lacan’ın “mantıksal
zaman” dediği tam da böyle bir ertelemenin
kavramsallaştırılması değil
mi? Tarihinin başından bu yana,
konuşma/söz (logos) ile felsefeyi öylesine
koparılmaz bir bağ içerisinde
düşündük ki, sözün kendisini imkânlı
kılanın bir sessizlik, suskunluk hali
olduğunu unuttuk sanki. “Başlangıçta
söz vardı.” Bir an için bu meşhur
ifadenin önüne geçmeye çabalayalım.
Peki sözden önce? Kısacası, felsefe
yapmak için hep beklemek gerekir;
mesele daha ziyade “ne kadar” bekleyeceğimizi
çözmek.

Utku Özmakas, Kampfplatz dergisinden.

1 yorum:

  1. 140 Vuruşta Gezi Direnişi videosunda gördüm, @DejaNoir yazmış: "o kadar haklıyız ki, aklımı oynatıcam haklılıktan"

    YanıtlaSil