22 Temmuz 2013 Pazartesi

[Gezi’nin tüvitırı Gezi sonrasının tüvitırına karşı.] Gezi’nin en coşkulu günlerinde, o ana kadar hiç kullanmadığım feysbukun ölmediyse bile ölümcül bir yara aldığını (yani kenara çekildiğini), yine hiç kullanmadığım tüvitırın ise merkezsiz lidersiz denilen Gezi direnişinin gerçek merkezi gerçek lideri olduğunu gözlemlemiştim. Lider neydi, çok değişik kanallardan gelen ayrışık hevesleri düşünceleri inançları o kanalların üstünde baskı kurmadan yönlendiren inandırıcı gücü olan merkez değil miydi, o yüzden Gezi direnişinin en önemli merkezinin tüvitır olduğunu düşünmüş, o güne kadar uzak durduğum eleştirdiğim bu medyaya dikkat etmeye karar vermiştim. Bu merkezlik görevi o kadar güçlüydü ki bir gün Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi’ni gözle görebileceğimiz bir yerde durmuş karşıdaki polis grubunun ne yapacağını bekliyoruz, Burak [Acar] tüvitıra bakarak “Arkamızda Galatasaray Lisesi’nin orayı da kesmiş çevikler” dedi, “Dön bak dedim, valla ben çevik mevik göremiyorum”. Durum buydu, merkez bizi bazen böyle güldürse de haber alma haber verme görevini hepimizi inandırarak yerine getirdi, mizah oradan dağıldı, herkesin birbirine inancı orada güçlendi, kalabalık olduğumuzu oradan anladık, çok şey değişiyordu - artık kimse bize “artık yoksunuz” diyemeyecekti - artık biz de görünürdük - vardık - bu duyguların en güçlü yayıcısı taşıyıcısı ise tüvitırdı. [*] Sonra Gezi direnişinin değiştirici gücü değil belki ama yoğunluğu azaldı, Gezi ruhu sürüyordu ama içimizde yanan güçlü eylem ateşi hâlâ heyecan arıyordu, insanız, elbette öyle olacak, adrenalin arıyordum, kendime bir tüvitir hesabı açtım. Birden kendimi bir Düzgünler Ordusu içinde buldum, korktum ama aralarına atıldım, bu atılım döneminde edindiğim gözlemler parktaki gözlemlerimden çok farklı oldu. Bu Gezi’nin tüvitırı değildi, bu sanki artık bir Kimlik Toplama Bostanı’ydı. O kadar ki Adeviye toplandığında “#direnadeviye günleri” - Murat Menteş bir söyleşi verdiğinde “#bırakyabumuratmenteşi günleri” - sahurda “#sahurumuzuedaedeliminşaallah saatleri” - Leyla Erbil öldüğünde “#leylamızcanımızbirtanemiz günleri” [bilenlere sorun, bugün Leyla Erbil’in cenazesine bir avuç insandan başka kim gitti?] - Rojava’da çatışma çıktığında “#direnrojava günleri” başlıyordu. Kaç gündür anlamaya çalışıyorum Rojava’da ne oluyor, elime geçirdiğim Türkçe İngilizce bir sürü şey okudum, hâlâ zorlanıyorum ama bakıyorum herkes bir gecede anlamış, sonunda şair Rahman Yıldız dayanamadı, “arkadaşım, kürdistan diye bir yer yoktur, tarih vardır” diye bir tüvit attı, biz de burada herhalde Kürt düşmanı değiliz, tam tersi dostuyuz, orada bir şeyler oluyor, tarihin içindeki savaşlardan bir savaş, önce bir anlayalım değil mi, ama tüvitır artık merkez olma niteliğini yitirdiği için bizi bilgilendirmiyor, haber vermekten çok bostandan kimlik toplamamıza yardımcı oluyor, dün Adeviyeci, sonra Leyla Erbilci, bir ara Trayvon Martin’ci, sonra bu akşam Kürt dostu, her zaman “ötekici”... Ama durun, bir hikâyem daha var: düne kadar Kürtleri Ermenileri savunan - Cumhuriyet’in kuruluş felsefesiyle dalga geçen - mazlumdan “öteki”nden yana olan bir şair dün birden ağzından şöyle bir tüvit kaçırdı: “translar aybaşı oluyor mu?” Nasıl? Herkes gibi ben de şaşırdım. O zaman daha kararlı bir biçimde anladım ki tüvitırda edinilen kimlik perdesi aslında düşünsel bir savaşıma dayanan derinlikli bir inanç perdesi değil ama yukarıya ufak ufak zayıf kimlik halkalarıyla bağlanmış bir gecekondu perdesi, iğreti, yok değerinde. Anladık, “muhavere” önemli, insanlar konuşmak ister, tüvitır da bir konuşma bir söyleşme alanı, ama ortada Gezi gibi merkezi - yoğun - önemli - kapsayıcı - değiştirici bir olay yoksa o zaman söyleşirken hiç olmazsa biraz eğlenin, kimlik gösterisi yapacağınıza güzel vakit geçirin, bilgi yanında neşenizi de paylaşın.



[*] Gezi için yazdığım bir yazıya bir tüvitiyle 2 saatte 3000 “tık” gönderen Ruşen Çakır, bir gazete yazısında başka bir yazımın linkini verdiğinde ancak 200 “tık” gönderebildi, tüvitır bu.


1 yorum:


  1. Sayın Güntan,

    Yazınızda Twitter'ı "gerçeklik" dediğimiz şeyden başka bir alan yahut başka bir "gerçeklik" olarak eşeleyen bir tavır var. Sanki "gerçek" dediğimiz şeyi biz hep "sokakta" arıyoruz ve orada olduğundan o kadar eminiz ki, sokaktan derleyip topladığımız enformasyonu "kurup" gerçeklik diye helva yapmamız bize çok olağan gelirken, bunun bir benzerini "sosyal medya" denen mecrada yapılmasını garipsiyoruz. Oysa biz Twitter'da gördüğümüz bu peşin hükümleri, çabuk kararları ve hızlı tepkileri "gerçek" dediğimiz hayatta da yapmıyor muyuz? Sanal/gerçek ikiliğinin böyle keskin bir şekilde çalıştığından nasıl emin olabiliriz? Merkez denen şeyi bir noktaymış gibi tespit etmekte zorlanıyorum ben açıkçası. Gezi gibi bir müdahale olsun ya da olmasın, asla yüz yüze gelip bir kahve eşliğinde "derin" konuları tartışamayacağımız insanlarla iletişime geçmek için bir olanak tanıdığını inkâr edebilir miyiz? Bu olanağı salt "140 vuruşla neyi tartışabiliriz ki! Ne kadar sağlıklı olur ki!" noktasından yakalayıp pataklamak da mümkün, bu olanağa bakıp bizim büyük değerler atfettiğimiz, "sağlıklı" oluşundan hiç mi hiç şüphe etmediğimiz başka iletişim şekillerine bir dönüp bakmamız da mümkün gibi geliyor bana. Twitter da pek çok sosyal paylaşım alanı gibi "paylaşma"yı, öbekleşmeyi bir söylem altında hızlıca toplanıp hızlıca dağılmayı dikte ediyor, bunu görmemek mümkün değil, ancak müstearıyla/kendi adını kullananıyla, sınıfsal farklılıklarıyla, cinsel yönelimleriyle ve sayamayacağım pek çok çeşitliliğiyle bir dolu insanın katıldığı ve daha önceden pek mümkün görünmeyen bir Karnaval yaratmasından bahsedemez miyiz? Bu dili hiç mi dürtmez? Sizce bir Twitter'a, bir Bakhtin'e bakmak çok mu abes olurdu?

    Bostandan kimlik toplama mevzusuna gelince, Twitter’sız da Facebook’suz da bunu pek güzel yapıyoruz. Önceden de kimlikler ürettik, devşirdik, bozduk, yıktık yeniden yaptık ve toplamadık mı?

    Saygılarımla,

    YanıtlaSil