Çocukluğumdan beri kitap okuduğum için aile büyüklerinin bana “çok kitap okuyorsun, gerçek hayatta zorlanacaksın” demelerine alışkınım, bu uyarı ‘hayatın gerçekleri’yle ‘kitabın gerçekleri’nin farklı olduğu varsayımına dayanıyor, ben ise onlara çocuk kafamla kitaplarda geçen olayların gerçek olduğunu anlatmaya çalışıyordum.
Sonra dünya değişti, bugün ‘gerçeklik öldü’ deniyor, ‘hayatın gerçekleri’nin neler olduğunu büyük ölçüde televizyondan, gazetelerden, reklamlardan, hayatın gerçeğini açıklama iddiasında olan rehber kitaplardan öğreniyoruz, durum değişti, aile büyükleri korktukları o duruma artık kendileri hapis oldular, “çok dizi seyrediyorlar ve bence ‘hayatın gerçekleri’nden kopuyorlar”. İş o kadar tersine döndü ki annem geçen gün bana “ara sıra kitaptan başını kaldırıp televizyon seyredersen orada ne hikayeler bulabilirsin” dedi, ben de ona kitaplarda da tıpkı dizilerdeki gibi kahramanlar olduğunu, birbirine aşık çiftler, aşk, nefret, aile dramları, savaşlar, cinayetler, ayrılıklar, buluşmalar olduğunu söyledim, bu kez durdu, bana hak verdi, “haklısın aslında” dedi, büyük bir paradigma değişikliği, eskiden ‘gerçek hayat’ı savunan annem şimdi ‘gerçeğin hikayesi’ne yenilmişti.
Televizyon hepimizi büyük bir hikayenin içine soktu, insanların somut dünyada karşılaştıkları her gerçek artık o büyük hikayenin içine oturuyor, ‘gerçek’ bize inandırılan büyük hikayenin sınırladığı benzerlikler ailesi içinde algılanıyor, kimse bunun dışına çıkıp eskisi gibi ‘gerçek hayat’ı savunmuyor. Benim pozisyonum ise aynı kaldı: eskiden ‘gerçek hayat’a karşı kitabı savunuyordum, şimdi ise ‘televizyondaki hikaye’ye karşı yine kitabı savunuyorum, eskiden kitap ‘hayatın küçük hikayeleri’ne karşı ‘gerçek büyük hikaye’yi temsil ediyordu, şimdi ise ‘büyük hikaye’ye karşı ‘hayatın gerçek küçük hikayeleri’ni.
Aileden başladım, oradan devam edeceğim: Kızkardeşim son zamanlarda çok kitap okumaya başladı, çünkü ‘gerçek hayat’ta mücadele verdiği özel bir dönemini yaşıyor, olumlanmak için haklı olarak kendini ‘büyük hikaye’nin içinde görmek istiyor. Ama bakıyorum, daha çok günümüze uygun şeyler okuyor, neredeyse ‘televizyondaki hikaye’nin devamı diyebileceğimiz kitaplar. Niye klasikleri okumadığını sordum, sıkılacağını söyledi, bu beni uyandırdı, elindeki kitapların klasikleri yağma edip ‘televizyondaki yaşam’a uygun bir hale getirdiğini, esas büyük hikayeyi anlamak istiyorsa klasiklere dönmesi gerektiğini söyledim. Dikkat ediyor musunuz, 1980’den sonra doğan çocukların anne babaları onlara bazı gerekli değerleri veremedikleri için telaşta. Gençler 20 yaşına gelmiş ama insanlığın ‘büyük hikayesi’nden habersiz, televizyondan idare ediliyorlar, kendileri de farkında olmadan bunun eksikliğini çekiyorlar, ben bu gençlere klasikleri okumalarını, insanlığı - insanlığın hikayesini orada bulacaklarını söylüyorum, babalarını Dostoyevski yetiştirdi, çocuklar niye Elif Şafak’la yetiniyor?
Eskiden edebiyatta klasiklere karşı yenilikleri savunurduk, şimdi benim pozisyonum değişti, hangi ‘yeni’nin değerli olduğunu anlayabilmek için klasiklerin bilinmesi gerekiyor. Gençlere anlatırken zorlandığımız insanlık hikayesini hâlâ yaşar bulabileceğimiz tek yer klasikler.
Peki klasikler gerçekten sıkıcı mı? Gençler okurken sıkılır mı? Klasikleri ‘sıkıcı’ anlatılar olarak hatırlayanlara ise birkaç klasikten örnek vermek istiyorum.
Çocuk beyinli iri yarı Lennie tüylü şeyleri okşamayı sever. Farelere ilgisi vardır. Ama fareler çok küçük olduğundan gücünün farkında olmayan Lennie onları istemeden öldürür. Bu yüzden ekipbaşı ona yeni doğan köpeklerinden birini verir. Ama Lennie bu yavruyu da ahırda severken farkında olmadan öldürür ve onu samanların altına saklar. Bu sırada ahıra patronun oğlu Curley’nin karısı gelir. Kadınla konuşmaya başlar ve kadın Lennie’ye saçlarını okşayabileceğini söyler. Lennie kadının saçlarını okşarken kadın ‘saçlarımı bozma’ diye Lennie’ye bağırır ve onu tersler. Bundan çok korkan Lennie kadının saçlarına iyice asılır. Kadın çırpındıkça Lennie kadının boynunu sıkar ve sonunda boynu kırılan kadın ölür. [ Fareler ve İnsanlar, Steinbeck ]
Handan 13 -14 yaşlarında iken kendini çok geliştirmiş ve artık yaşlı insanlarla muhatap olacak bir bilgi düzeyine gelmiştir. Ateşli bir Türk aydını olan Nazım’ın amcası da bunlardan biridir ve Nazım’ın Handan’a ders vermesini ister. Nazım ders vermeye başlar. Bu dönemde birbirlerine iyice aşık olurlar. Fakat Nazım, Handan’a aşkını söyleyemez ve ona aşkını ancak “sen bana ideallerime ulaşırken yardımcı olacak bir eşsin” diye anlatabilir. Handan buna çok sinirlenir ve Nazım’ın evlenme teklifini reddeder. Bu olaydan kısa bir süre sonra Handan, Hüsnü Paşa diye biriyle evlenir. Bu acı olaya dayanamayan Nazım, Handan’a bir mektup yazar ve intihar eder. Bir süre sonra Handan, Hüsnü Paşa’dan ayrılır ve bunalıma girerek hafızasını kaybeder. [ Handan, Halide Edip Adıvar ]
Lady Macbeth, Macbeth'in karısıdır. Macbeth’i Duncan’ı öldürmesi ve taca sahip olması için ikna eder. Macbeth’in iktidar oyunlarında görünmeyen ama yön verici güç Lady Macbeth’e aittir. Fakat sonunda kışkırttığı cinayetlerin suçluluk duygusu onu ele geçirir ve kendini öldürür. [ Macbeth, Shakespeare ]
Anna mükemmele yakın bir kişilikten zina, kıskançlık ve garezden sakatlanmış bir kişiliğe dönüşür. Bu öyle dramatik bir dönüşümdür ki korkutucudur: insan ruhu demek işte böyle çözülüyor. Anna kendini baskıcı bir toplumla savaşıyor sanmaktadır, ama aslında savaştığı kendisidir ve bu savaş sonu yenilgi olan bir savaştır. [ Anna Karenina, Tolstoy ]
Nasıl dizilerden farkı yok değil mi? Var, bunlar reyting kaygısıyla yazılmamış.
Yenilik arayan, açılım arayan, “insanlık öldü mü” diye için için üzülen herkesi ‘gerçek hayat’a, yani klasiklere dönmeye davet ediyorum.
Anadolu Sigorta, Maksimum Biz dergisi, 2007.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder