17 Haziran 2009 Çarşamba

Enis Batur'dan gönderilmemiş mektup.

LXVII


Bana seslenmelerini yanıtsız bırakıyorum diye seni önemsemediğimi ya da ruhen savsakladığımı sanıyorsan yanılıyorsun: Sevgili Ahmet*, e-postaların (tıpkı Şavkar’ınkiler gibi) iyi geliyor bana, çekildiğim köşe bucak neresiyse orayı ısıtıyorlar. Uzaktan ama yakından izliyorum da yaptıklarını: CEHD’de, Mahfil’de, başka dergilerde çıkan şiirlerin, yazı alıştırmaların heyecan ve kaygı yaratıyor bende. Heyecan, çünkü gözüpek çıkışların var; kaygı, çünkü bir tür telâş görüyorum o çıkışların altında. İçinden geçtiğimiz Zaman sahiden de amansız: Dünya ve Türkiye yokuş aşağı, freni kopmuş, gidiyorlar ― kenara çekilsek bile içlerinde, üzerilerindeyiz. Bir de kendi zamanımız dikiliyor başımızda: Bir yaş diliminden, dönemden, içdönemden bir başkasına geçişin ve geçemiyoruz duygusuna kapılmanın sancıları yokluyor her an, yanılıyor muyum?

Mektubun ölümü, kimsenin yazışmaya yanaşmadığı bir dönemde, mektuplarımı kitaplarımın içine yazmaya yöneltti beni. E-posta bir haberleşme biçimi benim gözümde, telefonu sevmeyen biri olarak, gereksiz pek çok telefon konuşmasını bertaraf ettiği için varlığından, ortaya çıkmış olmasından en ufak bir yakınmam yok. Ne var ki, bir tür steno-mektup, bir tür tel-graf anlamında kullanılmasını paylaşamıyorum ― malûm makinalarla aram olmadı hiç, hâlâ elyazısı tek aracım: İletişimse, kuracağım.

Buna karşılık, teketek görüşmeler, yüzyüze oturuşlar anlamını yitirmedi benim için. Diyeceksin ki, “insan içine çıkmıyorsun doğru dürüst, nasıl sözedebilirsin ilişkilere anlam vermekten?”. Hem doğru, hem değil bu: Öteden beri uzak dururum ben, kurduğum yaşam düzenini korumaya çalışırım; ama bir esirgeme biçiminden dem vurulamaz gene de: Dostlarım, yakınlarım tanıktır. “Nüfus seyrek tutulunca” denilebilir ya, hangimiz kum torbalarını azaltmak zorunda kalmamıştır? Sözün özü, denk düşürüp biraraya gelmeye kalıyor iş ― en azından deneyelim, döndüğümde, belki adaya gelirsin, neden olmasın?

Asıl soruna dönelim dilersen, heyecan ve kaygı denklemine. Biliyorsun, yıllardır, benim gördüğüm çeyrek yüzyıldır, Türk şiirinde, Dünya şiirinde duraklamadan sözedilir durulur. Bir açıdan bakıldığında hak verilesi bir gözlem bu: Bizim kuşak işin başındayken, şiir ortamında yerel ve evrensel anlamda bir varsıllık, yoğunluk, canlılık yaşandığını gösteriyor tablo. İçindeyken de öyle görünüyordu, şimdi buradan değerlendirildiğinde de öyle: 1945-75 arası çıta çok yüksekteydi şiirsel söz bağlamında, otuz yıldır o düzeye erişilemedi.

Bu durumun gerekçelerini bugünden sağlıklı biçimde dile getirebilir, sağlam çözümlemeler yapabilir miyiz, yoksa en azından bir çeyrek yüzyıl daha geçmeden dağılmaz mı şimdiki zaman sisi? Bir dolu ipucu var elimizde, onlardan hareketle söylenebilecek çok söz bulunabilir şüphesiz, işin içine ticaretin açgözlülüğünün, amatörlüğün cançekişmesinin, medyatik düzenin amansız irileşmesinin, bütün bunları aşan makro bir gelişmenin: Kapitalist dünya algılamasının yolaçtığı kırılmaların payı azımsanabilir mi?

Ne yapabilirdi şair? Yerini düzenin merkezinde de, derkenarında da aramıştır. Dışında da. Öte yandan, her çağın şiiri bir işitme kapasitesi olmuştur: Cankulağıyla dinleyenleri duvar kesilenlerin belirmesi her seferinde kırık bir çizgiye mahkûm etmiş. Bizler, başlangıçta, gözümüzle görmesek bile duyduk: Yevteşenko bir stadyumu şiirseverlerle doldurabiliyordu. Şimdi küçük salonlar bomboş kalıyor, en acı tablolardan biriyle altı ay önce karşılaştım: İyi bir şairi, 70. yılına giderken, kitap fuarında tek bir kişi dinlemeye gelmemişti. Üstüne üstlük toplumcu bir şairi ― bunu, eskiden, ‘öyle’ olmayanları toplumdan kopuklukla suçladıklarını unutmadığımızı anımsatmak için belirtiyorum.

Toplumlar, tıpkı zerzevat, bozulabiliyorlar. Toplumun üyeleri ille de tek tek sorumlu kılınamazlar çözülmeyi izleyen çürümeden: Aralarında gidişatı beslemeyi reddedenler olmuştur. Bildim bileli, toplumumuzun kendini üyeleri aracılığıyla yücelttiğini, bireyleri üzerinde baskı kurduğunu görüyorum: Sonunda ondan olabildiğince uzak durmanın, zorunlu olarak yaklaşmamız gerektiğinde sterilize eldivenler ve maskeler kullanmanın güvenilir yol olduğunu öğrendik. Bize Allah’a kuluz diyenlerin ezici çoğunluğu, aynı akla bağlılıklarını dile getirenlerin çoğu gibi Para’ya tapınmasaydı, O ve aksamı, bütün dokuları ele geçiremez, bizi sosyolojik metastazın göbeğine mıhlayamazdı.

“Hiç bulaşmadım” kim diyebilir, hangimiz külliyen melek, bunu ileri sürecek değilim. Agnostik bir keşiş, şüpheler içinde dolaşan yaralı bir sufi, yazı yoluyla (başkaları başka yolları denerken) arınmayı çare saymak. Şiir, ne olursa olsun yurdumuz kaldı. Sesi sessizliği ne denli duyulduysa.

Bir açıda karşıdadır, ama: Duraklama yaşanmadı, zorunlu ricat hareketleri görüldü, burçlara çekilip işimizi sürdürdük, işini sürdürenlere katıldık. Yaşıtım şairlerin tümüne ulaşmam beklenemezdi, gücüm ve olanaklarım yettiğince, burada ve ötede, erişebildiklerimi dikkatle okudum, okumayı sürdürüyorum. Bizi birleştiren ve ayıran onca nokta gösteriyor: Arayış, anlamarayış, sesarayış, ünlemle fısıltı arası gidip gelen geniş yelpazede, herkesin anakoşulu olmuş.

Hölderlin’in haddinden ünlü “çöküş zamanında gerekli mi şairler?” sorusu, gelip asıl bizim başımıza konmuştur. Bir odada, inde, hücremsi bir dörtduvar arasında mı, dışarıda, sokakta ya da doğanın bağrında mı, kalem kâğıda o ezici soruya karşın değmişse, işin içinde, belki negatif teologya kökenli bir iman cinsi vardı.

Bir bulacak, bulduğumuza inanacak, bir kaybedecek ve kaybettiğimizde kayboluşumuzdan korkacaktık. Ondandır, heyecan ve kaygıyla izliyorum dedim az önce. İkisi ayrı ayrı, ikisi birarada. Yazdıklarımız bizi zaman içinde yolun, yolumuzun bir noktasına taşır. Gün gelir her şey açıkseçik görünür, ertesi gün arkamızdaki yol da, önümüzdeki ufuk çizgisi de pusuya yatmış pusun içinde yokoluverir, günler günleri izler, haftalar ayları, pusarak ortam sanki yerleşiklik kazanmıştır, yürümeye davranır, gerisin geri gitmekten ürker, ilerimizde bekleyen bir boşluğa düşmek fikrinden irkilir, adım atamaz hale geliriz.

O aşamada en korkunç renk beyaz. Her hamleyi püskürtme gücü pektir onun, sen de bilirsin. Bir de, oysa, tuzak kuran yanı vardır: Çağırır, yiyip bitireceği harfler, işaretler, esler ister, bekler senden. “Öyle olmuyorsa böyle dene” ― yılanın tıslamasını andırır bir ses.

“Gün”ümün içinde ilerlerken, onun iki tarafı keskin bıçak çalıştığını gördüm ― yaralarım, çoğu kuytularda, stigmatalar. Kan, sonra pıhtılaşır, yara kabuk bağlar, kaşınır ve çağırır, aman vermeye gelmez. Çağdaş Sanatlar; 1945 sonrası Darmstadt ya da Köln, IRCAM ve ötesi; Blanchot’nun ve Foucault’nun ölüm duyurusuna yüzdeyüz biat etmeyi seçen yazı beyleri… hepsinin arasından geçerek sanki Hegel’in, o kakavan mutlak prensinin erken teşhisini doğrulayan bir durumlar bütününün tam ortasına geldik. Herşey öylesine mübâh ki, seçtiğim, ayıklayarak benimsediğim her değer, benden beyaza geçerken ıslık sesleri duyuluyor. İmdi, alkış sesleri duyulsa ne farkeder? Bir zaman geldi, bütün bunları hiçesayacak ölçüde beyhûdeliklerinden yorgun düştüğüm oldu. Yeniden dikilip kavgaya tutuşacakken gördüm: Sıra biribirilerini yemelerine gelmişti.

“Gün”e sırtını dönmekten mi dem vuruyorum? Öyle olsaydı, öyle yapardım ― yapmadım. “Gün”, istemediği şeyle, “Dün”le hizaya getirilebiliyor ancak.Bunu “Bugün”ü “Gün” sayanlara da, “Dün”e uzanacak araçlardan ve istemden uzak kalanlara da anlatmak olanaksız, bir o kadar gereksiz; denedim, işe yaramadığını, boş çaba olduğunu gördüm.

Son yıllarda yazdıkların, Çağdaş Sanat’ın hamleleriyle bağdaşan yaklaşımın bana bunları düşündürdü. Hepimizin içinde eldeğmemişliğe, henüz dokunulmamış olana erişme isteği filizleniyor, belli dönemlerimizde özellikle de; Cemal Süreya’nın “adresin bilgeliğini tüketti” deyişindeki gibi, sert yerdeğiştirme hareketleri peydahlanıyor ruhumuzda. Bunun ne kadarı dışarıdan alıyor hızını: Bize bir cephesi dayatılan Hayat’tan?

Ermiş Thérèse’in bir sözünü çok seviyorum Ahmet: “Kötülük, dışarıdan gelen bir havlama sesi”.

İşimize, içimize bakacağız daha.

* Ahmet Güntan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder