11 Haziran 2009 Perşembe

Şiirde Düşüncenin Somut Hareketi.

"Birazdan, hikayenin sonunda kısa kısa cümlelerle
arabayı parkedeceğiz, kısa kısa cümlelerle farları
söndüreceğiz, kısa kısa cümlelerle arabadan inip,
denize girip, kulaçlarımızdan dağılan yakamozları
seyredeceğiz
Savaş devam ediyor ama, biz artık katılmayacağız
Ben, evimin ön kapısına yapmam gereken şeylerin
listesini asacağım
Astığım listeye “1/ Sabahları kahvaltı” yazacağım
Burada, bu dumanın içinde, sabahları uzun uzun
kahvaltı yapacağım
Avucuma konan bu esrarlı şeye, söz, iyi bakacağım"



Bazı şeyler vardır; onları kıskanırsınız yalnız size özel olsun, sizin olsun dersiniz. Size özel olduğunuzu hissettiren, sadece bilenlerin bilebildiği bazı şeyler. İşte böyle bir şâir Ahmet Güntan. Güntan’ın şiirlerinin hepsini büyük bir hasretle okurum. Sırtımı serin başımı ferah tutar. Bu şiirler bana ait gibidir. İçimde hissederim, beni rahatlatır, alır ve götürür. Bu şiirleri yalnız ben okuyayım, ben seveyim benim olsun kimsenin olmasın gibi düşünceler gelir aklıma. Fakat ya sonra derim… Ya sonra; bir bakıyorum bu telaşım yersiz. Türkiye’de şiir kitapları kaç adet basılıyor: 750 – 1000 kadar. Kaç kişi şiir yazıyor: Çok... Kaç kişi şiir okuyor: Az. O zaman içinizde bir şeyler kırılıyor bütün kırılanlarla birlikte. Bilmeden, istemeden bir yeriniz buruluyor, birileri gelip parmağını yaranızın içine sokuyor, belki farkında olmadan acıtıyor sizi. Yaşamak isteğiniz bile kalmıyor. Görüntü; bu kadar umutsuz olamaz değil mi? Bazen oluyor... Şiir okuyalım diyorum.

“Biz gündüz Baudrillard okuyup akşam Mallarmé şiiri yazanlardan değiliz. Bir ders çıkarmayacaksak Baudrillard okumayız. Biz dünyanın toptan yaşadığı boktanlığın bıraka bıraka [tabiatı icabı] yalnızca şiiri, hatta bilhassa türk şiirini temiz bıraktığını, bunun korunması gerektiğini düşünen, yoluna böylece rahat devam edenlerden de değiliz. Biz o temiz bölgenin şiirin Guantanamo’su olduğunu düşünenlerdeniz” diyen Ahmet Güntan; ilköğrenimini İzmir Güzelyalı Müdafa-i Hukuk İlkokulu’nda, ortaöğrenimini İzmir Bornova Maarif Koleji’nde tamamladı; ODTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü’nü bitirdi. Şiirleri ilk olarak Kasım 1977’de ‘Birikim’ dergisinde çıktı. Aynı yıllarda ‘Yeni İnsan’ dergisinde müzik yazıları yazdı. Daha sonraları ‘Defter’ dergisinde şiir ve yazıları yayımlandı. İlk kitabı “İlk Kan” (1984) ile adını duyurdu. Altı yıl aradan sonra 1989’da çıkan, kendi yayımladığı “Köpüklü Bir Kan, Bir Duman” kitapçılarda satılmadı, yaklaşık 200 kişiye postalandı. “Köpüklü Bir Kan, Bir Duman” 1998’de “İlk Kan” kitabıyla birlikte yeniden basıldı. Nezle, Lale Müldür’le birlikte 1990’da yayımladığı paydaş kitap ‘Voyıcır 2’de yer aldı. Çeşitli dergilerde şiir üstüne yazılar yazmaya devam etti. Haldun Bayrı’nın ‘İki Şahit ve Diğerleri’ (Metis, 1997) kitabında bir okuma notu yer aldı. Deneme kitabı “Esrârîler” 2003’te, yeni bir şiir ihtiyacını dile getirdiği “Parçalı Ham Manifesto” 2005 yılında ‘kitap-lık’ dergisinde yayımlandı ve son olarak “Mahkeme Kitap”ı 2006 yılında çıktı.

Sevgilim gel bul çölde beni,
Sevgilim gel bul çölde beni,
Ben seni bulamıyorum,
Ben seni bulamıyorum,
Bulamıyorum çölde seni.
Birisi olduğum gibi sevsin beni.


Ahmet Güntan ‘kitap-lık’ dergisi Mayıs-2007 sayısında yer alan bir söyleşide şiirinin tanımını şöyle yapıyor:

“Benim formülüm: Şiir = Şiir değildir, parça şiir olmayandır, varlığını artırıp dizeleşmemiştir, kafiyeleşip diğer dizelerle biçili bir hizaya çekilmemiştir, işlem görmemiştir, kenara ayrılmıştır. Ham da öyle, tam anlama kavuşmamıştır. Kelimelere dayalı bir şiir yazmıyorum, çünkü her kelimenin milyonlarca inananı var artık. Hazır refleksler eşliğinde güzel bir gösteri yapmak istemem asla, yaptığım; parçalar arasında anlam egzersizleri, parça kaderdir, yavaştan alır, şiirin en eski kardeşidir, öyle bir günde yaşıyoruz ki söyleyişteki acemilik de kurumsallaşabiliyor, malzemedeki acemilik benim aradığım…”

Kendini dirim kurgu şairi olarak nitelendiren Güntan; şiirinin nasıl oluşturduğu hakkında yine aynı söyleşide şunları söylüyor:

“Çok basit bir yöntemim var. Televizyon seyrederken nasıl zap yapıyorsam öyle. Zapping tekniğiyle yazıyorum. Bir insanın zap yaparken hangi kanalda ne kadar kaldığı bile (gözleyen için) karakteri hakkında bilgiler verir, zap ritmi taşıyıcıdır. Yan yana getirmek de şiirin eski bir kardeşidir... Parçalı ham şiirlerde ses kullanayım mı kullanmayayım mı, ses ne dereceye kadar doğal bir taşıyıcıdır, ne zaman söz sanatı olur, bunları tartıyorum, tam cevabını bilemiyorum, ama yazarken bazen bu ihtiyacı duyuyorum, o sırada Diyarbakır’dan iki keklik aldım, biri Diyar (dişi olanı), diğeri Bekir (erkek olanı), kuşları ilk gün salonun ortasına koydum, o bilinen keklik kafesleri ufak oluyor, hayvanlar bir türlü rahat durmuyor, bilen bilir, seyretmesi çok zor bir olay, iki hayvan cenderede, hem de senin yüzünden, ben de üzüntüyle kafeslerin yanına gidip diz çöktüm, onlara eğilerek konuşmaya başladım, tabii bir kuşla konuşuyorum, tıpkı bebeklerle konuşur gibi ritmik tıkırtılarla konuşmaya başladım, na-sıl-sın-sen bakiym, kork-tun-mu-sen bakiym, Bekir birden sakinleşip beni dinlemeye başladı, işte o zaman ritmik tıkırtıların bir söz sanatı değil, temel bir iletken olduğunu anladım, ben şiiri bu kadar ilkel bir düzeyde tartışıyorum, yoksa halk zaten tatilde, ben de şiirden çok sıkıldım.”

Cem Uzungüneş, ‘kitap-lık’ dergisi 69. sayıda “Ahmet Güntan Okumaları” isimli yazıda şiiri hakkında şunları söylüyor:

Ahmet Güntan şiirinin “sentetik şiir” olarak da tanımlanabileceğini düşündüm. Sentetik şiir, evet. Bir senteze ulaşmış şiir gibi bir anlamı hiç kastedmiyorum. Organik bir bütünlük taşıdıklarını, buna ihtiyaç da duymadıklarını düşünüyorum. Niye sentetik şiir: Çünkü sentetik olan somuttur. Dünyevîdir. Yapılmış, kurulmuş, bırakacağı etki hesaplanmış, bir duygu ve mantık dengesinde ilerleyen, bizde bir vertigo etkisi bırakan, bu nedenle de, metafizik(mistik değil, metafizik) bir boyuta gidip gelmemizi sağlayan, üstelik söz konusu yükseklik korkumuzu yatıştırmağa da çalışan, aslında, soyut olana ilişkin bir takım kaygılarımıza, (söz gelimi sevgi. iyilik, adalet, boşluk, boşunalık gibi, kesinlikle dünyevi kaygılar…) hitabeden… Evrensel bir acıya (ve çoşkuya), varoluş acısına (ve çoşkusuna) hitabeden… Bunların hepsini eşzamanlı olarak yapmak isteyen, bunu başardığı yerlerde, yani, kurduğu bu dengeyi sürdürebildiği yerlerde, ki bir hayli fazla, insanı uçuşa geçiren bir şiir, bu sentetik, dolayısıyla “somut” şiir. Acımasız bir şimdiki zamanın, fazlasıyla farkında bir şiir. Üstelik çok samimi bir şiir. Samimiyetiyle, şiirleri okurken aldığımız her nefese seslenebilen bir şiir.

“Evet, Ben somut şiirler yazıyorum ben, siz de bok yiyin” cümlesiyle bitiyor Ahmet Güntan’ın “İlk Kan” isimli şiir kitabı. Bu ibarenin yer aldığı şiirin adının “Yağdı Yağmur… Çaktı Şimşek” olması, ironisiyle birlikte en kaba haliyle bir saldırıyı biraz daha inceden tabirle sataşma’yı, ben burdayım’ı öngörüyor. Metinlerinde kendini geri plana iten, kendine naif bir rol biçen, daha çok birinci tekil şahısla ve kendisiyle samimi bir hava içinde konuşan Güntan, şiirlerinde daha umumi, daha yetkin bir tutum sergiliyor. Ağzının ve kalbinin kendine has bir adalet anlayışı var. Bu adalet anlayışı “İlk Kan” kitabından itibaren diğer kitaplarında bilgece bir deyişte kazanıyor.

En başından belirtmek gerekirse Ahmet Güntan şiiri; Cem Uzungüneş tabiriyle: Hem psikolojik hem de felsefi bir kaygının şiiri. Dolayısıyla zekî bir şiir... Şiirin ne olduğunu, aynı zamanda hem geriye, geleneğe doğru; hem ileriye, ‘yeni’ye doğru yeniden sorgulayan şiirler yazıyor Güntan. Sadece varoluşlarıyla bile, şiiri yeniden tanımlama girişiminde olan şiirler… Kendini yoktan var eden varoluşçu şiirler bunlar; varoluşçu felsefeye yakın duran şiirler. Çünkü varolmanın kaygılarını taşıyorlar. Şair, şiirlerinin varoluşunu, kendi varoluşunu, kendi varolma kaygıları üzerinden sınıyor.

Ahmet güntan şiiri kendini yoktan var eden şiirlerdir. Öyle ki; ‘Dük L. Visconti’ şiirinde yer alan:

“Yağmur yeniden camlardan süzülmeye başlayarak her şeyi sildi” dendiği için yağmur camlardan süzülmeye başlayarak her şeyi sildi” dizelerinin yarattığı gerçekliği ve bıraktığı etkiyi hissedebiliyoruz. Dizelerin arasında kendimizi kaybedebiliyoruz, bulabiliyoruz ve unutabiliyoruz. Söz ile gerçeklik yaratmak gibi… Şâir dediği için yağmur yağıyormuş gibi hissediyoruz.

Ahmet Güntan’ın “İlk Kan”da öne çıkan ve bu etkiyi bıraktığı şiirleri; ‘Dük L. Visconti’, ‘Anladığımız Dört Beş Şey’, ‘Çay Saatleri’, ‘Ormanlardan Aşağıya’ ve ‘Ormanların Gümbürtüsü’dür.

yaprakların yere saplandığını gördüm
sonra bir ses duydum
sesin yaprakların yere çarpmasından çıktığını
anlayamadım
‘ses yaprakların yere çarpmasından çıkıyor’
diyemedim
‘ses yapraklardan geliyor’ demediğim için
yaprakların yere çarpmasından bir ses çıkmıyordu


Mesela yine ‘Dük L. Visconti’ şiirinde yer alan bu dizeler yine Cem Uzungüneş tabiriyle: “Dünyayı, metafizik bir algılayışla kavratabilen, sözle gerçeklik yaratan” dizelerdir. Durup dururken, yaprakların yere çarpmasından bir ses çıkmıyor diye, bu normal durum için, hüzünleniyoruz. Bu sessizliğe şaşıracağız neredeyse... 19. yüzyıl romantiklerinden daha farklı bir transandantal etki yaratıyor.

içimizden biri sevgilisini öldürdü
sevgilisini öldürenin denize bakan gözlerinden
biri dalgalandı
tıpkı o denizin ucu gibi dalgalandı
şöyle bağırmıştı sevgilisini öldürmeden:
“neden ta içimde değilsin
neden karnım seni alacak kadar geniş değil
neden seni ben doğurmadım”
bizi terk etti sevgilisini öldüren
sesi kaldı şöyle seslenirken:
“neden hep böyle içimdesin
neden karnım bu kadar geniş
neden seni ben doğurdum”
ona cevap vermek üzereydi ki diğer ses, biz ormanı
terkettik


Mesela, ‘Çay Saatleri’ isimli bu şiirinde aynı etki söz konusu. Öyle ki:

“Ona cevap vermek üzereydi ki diğer ses, biz ormanı terkettik” diyor şiirdeki kişi ve biz; onun ne diyeceğini merak ediyoruz. Acaba diyoruz, söze devam etseydi ne derdi. Kim bilir ne derdi... Merak unsurunu da tetiklemekten, canlı tutmaktan geri kalmıyor Güntan.

Bu örnekleri çoğaltabiliriz tabii ki. “İlk Kan” isimli kitabın arka kapağında TEMA Vakfı ibaresi olmasına rağmen kitapta; orman, kaplan, deniz, ağaç isimleri o kadar çok geçiyor ki bu kitabın doğaya ithaf edildiğini sanırsınız. “İlk Kan”da bu isimlerin geçmesini belirli öğelere bağlıyamıyor ve sadece şâirin yaşamının o döneminde bu kelimelerden epeyce esin aldığını, bu kelimelerin şâiri etkilediğini, dahası tınılarının şâire keyif verdiğini söyleyebiliyoruz. Belli dönemlerde şâirlerin şiirlerinde belirginleşen kelimeler ve imgeler vardır. İstemsiz de olsa en çok tekerrür ettiği bu kelimelerin şâirin zihninde bazı kavram, olgu ve olaylarla bütünleştiklerini ya da imgeleştiklerini söyleyebiliriz.

Lale Müldür’ün “Sarartı / Safran”, Ahmet Güntan’ın “Nezle” başlıklı bölümlerde topladıkları şiirleri bir araya getiren kitap ‘Voyıcır 2’ 1990’da çıktı. Kitapta yer alan şiirler, 1987-89 tarihli. 1990 yılında yayımlandığında döneminin şiir kitaplarına hâkim ciddi, bunaltılı havayı kıran, değiştiren niteliğe sahipti. Bir bakıma aralarında bir sihir, giz bir bağ, bir çoşku olan “Nezle” ve “Sarartı / Safran” isminde iki kitabın izdivacıydı ‘Voyıcır 2’.

Her kitabında yaptığı gibi yeni bir dil geliştirmeyi ihmal etmeyen az fakat öz yazan Güntan 1995 yılında “Romeo ve Romeo” isimli şiir kitabı; 1999’da “İkili Tekrar”ı çıkardı. ‘kitap-lık’ dergisindeki yazısında “Bu ülke, kaderin yavaş akan sularında öylece akma imkânını kaybettikçe kendi olma imkânını da kaybeden bir ülke” diyordu ve kaderi savunacak son kale olarak da şair’i işaretliyordu. “İkili Tekrar”daki 22 ‘güzel’ şiir “Güzel Orman”la başlayıp “Güzel Mahkum”la bitiyor.

Düzyazı şiirler, felsefi denemeler, felsefi meseleler üzerine kafa tutan gevşek şiirler, Mizahı elden bırakmadan Nihilizm, IMF, Dostoyevski, Ahmet Haşim ve daha birçok konuda yorum belirten bir tür anlatı dizisi olarak nitelendirilebilecek ve fakat mutlaka sohbet havası tadında keyif veren deneme kitabı “Esrârîler” 2003 yılında çıktı. Cem Uzungüneş kitap hakkında şunları söylüyor: “Esrârîler”, yeni bir öğreti değil elbet. Ama, bir öğretinin, bir kavrayışın, varlığa lişkin, doğu “felsefelerinin” bir parodizi ve yorumu. Tasavvuf geleneğimizin, modern zamanlara tercümesi. Üstelik, matrak yanı da çok bariz.

Şiirleri ilk olarak Kasım 1977’de ‘Birikim’ dergisinde çıkan Ahmet Güntan, “Mahkeme Kitap’ı” 2006 da çıkardıktan sonra, modern düşünceden şiire ve ideolojiye uzanan bir çizgide ilk günden bugüne (1978 - 2005) yazdığı yazıları ve söyleşilerini “İyot” adı altında 2006 yılında kitaplaştırdı.

“Bir Edebiyat Türü Olarak Şiir’i değil, Bir Karın Ağrısı Olarak Şiir’i” seçen Ahmet Güntan’ın eserleri şunlardır:

İlk Kan: 1984 / YKY
Köpüklü Bir Kan, Bir Duman: 1989/ (1998 İlk Kan ile birlikte basımı yapıldı)
Nezle: 1990 (Lale Müldür ile birlikte paydaş kitap Voyıcır 2’de yer aldı) Metis Yayınları
Romeo Ve Romeo: 1995/ YKY
Haldun Bayrı’nın İki Şahit ve Diğerleri (Metis, 1997) kitabında bir okuma notu yer aldı.
İkili Tekrar: 1999/ YKY
Esrârîler: 2000- 2001/ YKY
Parçalı Ham manifesto: 2005/ (2005 yılında Kitap-lık dergisinde yayımlandı.)
Mahkeme Kitap: 2006/ YKY
İyot: 2006/ YKY



Mehmet Fidan, dusle.com, 70. sayı, Temmuz 2007.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder