Şiir-Şair, Madde-Ruh.
Bu yazıda, Ahmet Güntan’ın İyot. (YKY, 2006) adlı deneme kitabındaki şiir-şair konulu kimi yazılarını tartışmağa çalışacağım. Özellikle 71-81. sayfaları arasındaki denemeler şair ve şiir arasındaki gerilimi konu ediniyor. “Gerilim”, evet, “ilişki”nin ileri aşamaları. Başkaları da tartışmaya katılırsa, bu şiir-şair ilişkisi meselesi açılım kazanır. Kimse katılmazsa, eh, kapalı da kalmaz. Konu için dört ayrı pencere açacağım.
Pencere 1.
Yıllar önce, şiirle yatıp şiirle kalkan, kendine (içinden) şair diyen, fakat tek bir dize yazmamış, susmağı tercih etmiş, (şiirini içinde tutmuş) ama şairliğinden(?!) asla vazgeçmemiş, hatta bu şairlikte yıldan yıla (susarak) yetkinleşmiş(?!) birinin şiirini yazmağa kalkışmıştım. Başlığı da “Şair”di. Üstelik, öyle, şiirsiz şairlere ironi olsun diye filan değil; şiirin ütopik oluşuna, ulaşılmaz oluşuna, bir kamaşma oluşuna dair bir şiir olacaktı o şiir. Öyle bir şiiri, henüz yazmadıysa bile, yazsa yazsa “x şair” yazar, sanki bu onun “konusudur”, deyip vazgeçmiştim o zaman. Yanılgıymış, neyse. Ama o şiiri uzun süre içimde taşıdım. “Şiirsiz” zamanlarımda yoldaşım olmuştur o gururlu, suskun, hayâlî “Şair”. Bu yok-şiiri, bu “şiirsiz şairi” aklımızda tutalım, döneceğiz.
Pencere 2.
“Şiir bir icra gücü değil, varoluş gücüdür”. A. Güntan. (Parçalı Ham Taşıyıcı Monolog)
Şiirin bir “güç” olması… Hem de, “varoluş gücü...” Manifesto'ya değinmeyi düşünmemiştim ama, İyot.'taki yazılarda, bu önermenin nüveleri var.
Pencere 3.
“Şiir, iki duygunun arasındaki boşluktur. Duygu değildir. Duygular kendiliğinden paylaşılır, şiir kendiliğinden paylaşılmaz. Şiiri, iki duygunun arasındaki boşluğu, önceden kimse görmez, kimse hissetmez, kimse de aramaz. Şiirin görülmek için şaire ihtiyacı vardır, şair yoksa, şiir de yoktur, o yüzden şiir ve şair birbirinden ayrılamaz, şair şiirde kendini unutturamaz, şair ne kadarsa şiir de o kadardır.” (A. Güntan, İyot., YKY, s.77 ve arka kapak)
(...)
(Burada bir boşluk bırakıyorum. Alıntıyı tekrar okuyup, sindirelim diye.)
Bu tanımlamada, bence “duygu” sözcüğüne çok dar bir anlam yüklenmiş. Olsun. Buna takılmayalım. Fakat, “kendiliğinden paylaşılmak” ifadesi biraz muğlak; bu, tartışmaya açık. Diyor ki, demiş oluyor ki, kendiliğinden paylaşılan bir şey, şiire, dolayısıyla şaire ihtiyaç duymaz. Şiir, “duygu” diye bellediklerimizin dışında bir yerlere, bir boşluğa bakıyorsa şiirdir. Karnımdan yukarıya itirazlar yükseliyor ama, bu sözler, hiç yabana atılmayacak, başka tür bir soyutlamayı, başka tür bir sınıflandırmayı barındıran, sözcükleri (bildiğimiz) anlamlarından uğratan, sert olmasa da keskin sözler. Ama buraya da uzun uzadıya takılmayalım. İyot.’taki söz konusu yazılara biraz daha kuşbakışı bakarsak, oradaki müzik yazıları da (ki çoğu 21-24 yaşlar arasında yazılmış nefis yazılar), yaşantı yazıları da, röportajlar da, elektronik mektuplaşmalar da bizi iki ayrı yere çıkarıyor: birincisi, şiir-müzik-hayat-felsefe, ikincisi, şiir- şair ilişkisi. Biz ikincisini konuşuyoruz.
“İyot.”taki yazıları okuyunca, hafif bir sarsıntı yaşadım. Bu yazı da o sarsıntıyı anlama girişimidir.
Şiir - şair ilişkisi, yumurta – tavuk paradoksuna götürür bizi. Şimdi soru şu: şairliğe “karar vermek” için, dönüp şiirlerimize mi bakarız da, yazılmış, yazılmakta olan yüzbinlerce şiir arasından onları beğeniriz; yoksa ileri, henüz yazmadıklarımıza mı bakarız? Ben yanıtı bilmiyorum. Bir de şöyle soralım: Şiir şairinden mi çıkar, yoksa şair şiirlerinden mi (peydâ olur)? Ahmet Güntan, birincisini savunuyor. Şair yoksa şiir yoktur, diyor. Ben yıllarca, şiir varsa şair vardır, diyenlere yakın durdum. Dünya ve Türk şiirinin (ulaşabildiğim kadarının) meraklısı olmağı şair kisvesine, elbisesine bürünmekten daha anlamlı saydım. Bu tevazu’un esas olduğunu, doğru yaklaşım olduğunu düşündüm hep. Hâlâ öyle düşünüyorum. Öbürünün kibir olduğunu değil de, başka bir bakış açısı olduğunu söylüyorum. Tevazu ile gururun birbirlerine çok şey borçlu olduğunu da bilmezlikten gelemeyiz. Sözünü ettiğim, şiirde korkak adımlarla ilerlemek. Evet şiire cesaret yakışır ama, korkak adımlar da yakışır. Kaldı ki, “korkak adımlar”, “emin adımlar”a, hatta “cesur adımlar”a hiç de uzak değildir. Hem, cesaret ile korkunun da birbirlerinden alacakları var. (Aman, bu şimdi “geleneğe eklemlenmek” dedikleri ile karıştırılmasın. Geleneğe eklemlenmek “isteyenlerin”, yani, gelenekçilerin penceresinden bakmıyorum. Doğru hatırlıyorsam, Levent Yılmaz, bir yazısında, “Gelenek bir hayâlettir,” demişti. Korktuğumuz, kaçtığımız, ama bize musallat olan hayâlet bir gelenek. Ama öte yandan, en aykırı, en “marjinal” şiir bile, bir kalıcılık değeri taşıyorsa, eninde sonunda o geleneğe “yakalanır” ve eklemlenir.)
Şimdi şu alıntıya bakalım, (az önceki dikkatimizi esirgemeden:)
“Şiir, korunması gereken bir şeydir, şiiri yalnızca şairi korur, şiir okuyanlar değil. Şiir okuyanlar, kendi haklarını korur, şiiri ise şairler korur. Çünkü şiirin hakikatlerini, yani toplumsal sözleşmenin dışına çıkabilen şeyleri, değişmemeyi, değişmeyene davet edeni, öylece duranı, oradakini, bir miras bırakabilmek için biçim almayı bekleyeni, daha hiç dile getirilmemiş masumu ancak şair tanır, ancak şair tanıdığı için de şiiri sadece şair korur.” (s.79) (Vurgular, C.U.)
(…)
Gençken, varoluşçuluğun, özellikle J. P. Sartre’ın etkisi altında “insan yaptıklarıdır,” diyorduk. Yaptıkları ya da yapacakları hakkında söyledikleri, önemsizdir. Bu anlayıştan çok uzaklaşmadım. “Şiiri, şairi korur” önermesini, üçüncü pencereden, Güntan’ın penceresinden baktığımda, haklı buluyorum: şiirin içinde, arkasında kendini hissettiren, unuttur(a)mayan bir şairin bulunuşu; bir bekçi. “Unutturmayan” (bunu seçen) ya da (istese de) unutturamayan. “Şiir, iki duygunun arasındaki boşluktur,” tanımına bağlı kalmasak da, bu, şiirini koruyan, ona bekçilik eden bu şairin bir metafor olduğunu da unutmayalım. Etten kemikten olan değil, şiirinin içinde, yanında, biraz uzağında duran, şiirle birlikte (sanki) kurgulanmış bir şair metaforu. Şiirin konuşan öznesi de değil bu gölge kişi, konuşan özneyi konuşturan olarak, kendisi de orada. “Üslubuyla, tekniğiyle şiire imzasını atan”, aynı zamanda. Güntan öyle söylememiş ama, bunu da kastediyor bence.
Öyle olmasaydı, “şiiri, şairi korur” önermesi şu bağlamda yanlış olacaktı: Fani olan ölümsüz olanı koruyamaz, şairin şu kadarcık ömrü vardır. Ancak “şair = şiiridir” anlayışıyla önerme yerine oturabilir. Yoksa şairin şiiri dışında yaptıkları, yazdıkları, diyelim şiirini savunma, açıklama yazıları, bir konferansta söyledikleri, ünvanları, çılgınlığı, ödülleri vs. şiirini koruyamaz, (ya da korunmasız bırakmaz, etkilemez) diyecektik. Şiirin, saf, sıkı, ağır, hafif vs. ömrü daha uzundur, diyecektik. “Ars longa vita brevis”. Şiir kendini korur, kendini korumaktan âciz olan, şiir olamamıştır; Güntan’ın ifadesiyle, değişmez olanı, zamandan etkilenmeyeni söyleyememiştir, diyecektik. (Bu arada, en başından, şiirin ölümsüz olacağını varsaymak zorundayız, çaresizce de olsa, ölümlü olacağını bile bile, kıyamete kadar yaşayacak bir insan sözü olacağını, olduğunu… Yoksa, “varoluş gücü”( Pencere 2.) ve motivasyonu ortadan kalkar.) Yine kendi penceremizden, tam tersini savunacaktık: Şiir şairini korur: Şiir şairini kibrinden, şöhretinden, öfkesinden, “kifayetsiz muhterisliğinden” korur, diyecektik. Diyemedik, çünkü A. Güntan daha farklı bir şeyden söz ediyor: Şairin, “isim” değil, “sıfat olarak şair”in, (Pencere 1.'e ilk gönderme) şiir mâcerasında, şiirini, o “masumu” (vurgu: C.U.) korumak için, bir “haysiyet”le yüzleşmesinden söz ediyor: “Bu, tabii ki bir şiir sanatı değil, şairlik sanatıdır.” (Bir sonraki sayfa; 80)
Güntan, şair (ruh) yoksa şiir (madde) yoktur diyor, İyot.’ta. Bu yazıysa, madde (şiir) yoksa şair (ruh) yoktur, demiş olacak. Çünkü şiirin içindeki şairden söz ediyoruz. (“Madde” demişken, Efe Murad ve Cem Kurtuluş’u da anmış olalım, ama ben o “madde”den söz etmiyorum.) Hangi düşüncenin daha özgürleştirici olduğuna bakarsak, şiirin yanındaki şaire daha çok rol biçilen mi, yoksa ikincisi mi? Güntan’ınki daha özgürleştirici gibi görünüyor ama orada da, özgürlüğün bedeli var işte. Şiirinin yanında gezdirilen şair, öyle bir şair olacak ki, vay be diyeceğiz. Burada, “özgürlük” ile “haysiyet”i el ele tutuşturabiliriz.
Peki, o “masum”un, kendini koruyamayacağı endişesi nasıl bir endişedir? “Yanında, içinde, kendini unutturamayan şair olmazsa, o zaten beğenilmeyecek, unutulup gidecek, silinecektir” mi, yoksa, “çok beğenileceği için kendini çoğaltacak, dolayısıyla anonimleşecek, dilden dile dolaşır hâle gelecektir” mi? Hem şiir ne kadar “masum”? “Saf şiir”i aramak, bulmak ütopyasına, “oraya, öne, açığa, dışarıya, sonrasız gerçek hayata” doğru atılmak da (başka bir açıdan) bir “nafilelik” değil midir? Belki güzel bir nafilelik, tamam, ama bir nafilelik…
Bu arada, şiirin, “masumiyetin, yani cennetin” yitirilmesinden sonra başlayan (belki onu tekrar arayan) bir şey olduğunu düşünüyorum, ama bu başka konu. Bir de, “Şiir, iki duygunun arasındaki boşluktur,” tanımı, karşılaştığım en çarpıcı tanımlardan biri: duyguya içeriden değil de dışarıdan, uzaktan bakmak, şiirden çok felsefenin, psikolojinin alanına girmez mi? Yine de konudan sapmayalım.
Pencere 1.’deki susma hakkını kullanan o hayâli şair, Kafka’nın “Açlık Cambazı”dır. İçinde bir “şair” (?!) biriktirmiş, kendini şair olarak donatmış, ama bunu karşılayacak şiiri bulamamıştır. Karnını doyurmak ona yetmemiş, lezzet aramış, o lezzeti bulamamıştır.
“Şiirsiz şairler” demiştim (Pencere 1.). “Şiir yoksa, şair yoktur” gibi, ya da, şiir ne kadarsa, şair de o kadardır” gibi bir önerme, Ahmet Güntan’ın penceresinden, bulanık görülebilir… Ama ortalıkta öyle şiirler var ki, içinde “şair” var ama “şiir” yok! İçinde, “şair”den başka bir şey yok. Örnek vermeyeyim, gücenmesinler. Şu kadar söyleyeyim: Şair, hep öğrencidir. Avantajı, öğrenciliğin şaşkınlığı, merakı ve cesaretidir. Öğretmen olduğunda, şiiri “icra ediyordur”, hüner gösteriyordur. (Pencere 2) “Tevazu”dan kasıt, odur. Öğrenme, anlama hâlinde kalan, ahkâm kesmekten korkan şiir. Ama artık, bunun bir alçakgönüllülük olup olmadığından emin değilim. “Ben kenarda sessiz kalıyorum, şiirim konuşsun” tavrı, bir kibre de tekabül edebilir.
Şimdi, şiirlerinin içinden çıkmağa niyetli bir şair düşünelim. Külliyâtın içinden çıkan, peydâ olan bir şair (imgesi). İşte bu şair de etten kemikten değil. Etten kemikten olan, şiir yazarken, bilerek bilmeyerek, gizli gizli bilerek, ama kavrayamadığı yerlerde kendini (akışa) bırakarak, o zuhûr edecek olan portreye fırça darbeleri atıyordur. Belli bir şiirde ısrar ederken de, vazgeçip yeni bir şiire doğru Turgut Uyarca bir acemiliğe atılırken de.
Şimdi kendi penceremizi dar tutarak, yani, İyot.’taki yazıların asıl derdini biraz sığlaştırmağı göze alarak aşağıdaki (tartışmaya açık) karşılaştırmaya bakalım.
(1a)Şairlik önemlidir bakışı geçmiş şiirle kıyasıya hesaplaşmak yerine, yeni bir şiir önerir. Şiirinin yeni olduğunu herkesten önce görmüştür. En azından bu iddiadadır. Bir hayâlet avcısıdır. Eski şiirin hayâletleri şiirine musallat olmasın diye çaba sarf eder. (1b)Şiir önemlidir diyense, geçmişle (bir öğrenci gibi) kıyasıya hesaplaşmak zorundadır. İşi daha zordur. O da geçmişin hayâletlerini savuşturmağa çalışır ama kimilerini gönderemez, günü geldiğinde kendileri gider nasılsa, der.
(2a)“Şairlik önemlidir” bakışı, şiiri ayağına çağırır. (2b)Beriki, benim taraf olduğum görüş, şiire (henüz bilmediği bir şiire) ulaşmağa çalışanın bakış açısıdır.
(3a)Güntan’daki, şairi öne çıkarmak, şiirde her dem taze’yi öne çıkarmaktır. Orada, geleneği unutmak, yürüyüp gitmek vardır, berikindeyse, (3b) o geleneği bir türlü unutamamak, kendisini rahat bırakamamak, geleneğin soluğunu (kaçarken) ensesinde hissetmek vardır. (Yukarıda söylemiştim, sözü edilen, içinde eriyeceğimiz bir gelenek değil.)
(4a) İlki, seçtiklerimiz önemlidir, der. Beriki, (4b) dışarıda bıraktıklarımızın, sildiklerimizin bir anlamı olduğunu düşünür. Mesele burada çatallaşıyor. Seçtiklerimiz önemlidir diyen, hamle yapabilir. “Dışarıda bıraktıklarımız” diyense frene basar. Frene basan da bilerek ya da bilmeyerek tam da aynı, (çok benzer bir) özgürlük sorunuyla karşılaşır. O da kendi yazdıkları dahil, (verili) şiiri, bu kez, hem önemsemek, hem aşmak zorundadır. Aşamazsa, taklit ediyordur. “Seçtiklerimiz önemli” bakışının “ne?”sorusuna, dışarıda kalanların “nasıl?” sorusuna yakın durduğunu düşündüm, ama emin değilim, siz ne dersiniz?
Tehlike: Kendini peşinen şair (şiirin içindeki “bekçi” şair) addeden, bir boşluğa doğru, bir tehlikeye doğru adım atar. Fakat, şiiri “arayan”, beyaz sayfaya bakan, şiirinin içinde var olacak mı olmayacak mı bilmeyenin adımları da “tehlikeli adımlar” değil midir? İddiasızca kendini şiirinin içinde eriten, hatta, “tam” neyi aradığını bilmeyen, hasbelkader bulursa “hah, budur” diyen de bir tehlikeyi göze almıyor mudur? İşin “haysiyet” kısmını sonradan sorgulayan? Alçakgönüllülüğün de tehlikeli ara sokakları, patikaları vardır, ki bunlar beklenmedik olanaklar sunabilir şaire. Tersinden aynı şeyleri söylüyorum hissine kapıldım, her neyse.
Şimdi yukarıdaki numaralanmış cümlelerde, “şiir” sözcüğünü gördüğümüz her yere… yok, öyle yapmayalım, her “şiir” sözcüğünün yanı başına, ayraç içinde “dil” sözcüğünü koyalım. Şiir dediğimiz şeyin, hep, yeni bir “dil” yaratmak, yeni bir diskur yaratmak olduğunu, yeniliğin, özgünlüğün şiirin yeter-şartlarından olmasa da, gerek-şartlarından olduğunu aklımızda tutmak için.
Tam burada, açık uçlu bir soru: “şiir idesi” diye bir şey var mıdır? Kastettiğim, görünce, “hah, işte, şiir” dediğimiz bir şiir değil. Henüz yazılmamış, belki sezdiğimiz, zihnimizin bir karış üstünde duran, yazılıverse şiir oluverecek bir şiir, var mıdır? Soru açık uçlu ama benim yanıtım kesin: Hayır, yoktur. Açtığım ilk pencereyi, (Pencere 1.) böylece kapatıyorum. “Açlık cambazı” boşuna mı aç kalmıştır? Evet, ama haysiyetini korumuştur.
Şimdi tekrar soralım: Bu, bir icra gücü müdür, bir varoluş gücü müdür? Elbette varoluş gücü, ve “zayıflığı”dır, bence de. “Oraya, öne, açığa, dışarıya, sonrasız gerçek hayata” doğru atılırken, yolda, teknik hüneri, “icra gücünü” kullansa da meselesi odur.
Pencere 4. Taşıyıcı anne (“taşıyıcı monolog” sözünden esinle)
Güntan’ın, ilk nüvelerini bu İyot.’taki yazılarda verdiği, sonrasında manifestosunda, Mahfil’deki kimi yazılarında ve nihayet Parçalı Ham üst başlığıyla yazdığı şiirlerinde işaret ettiği bir şey var: özetle; dil, hakikati, “hakıykatı” yakalamak konusunda, zayıftır, yetersizdir. Heves dergisindeki son şiirinin adı: “Dilin Allah Belâsını Versin”dir. Bakın, o paradoks nasıl tekrar ortaya çıkıyor. Dilin ve şiir geleneğinin iktidarına karşı çıkarken bile, dili ve şiir geleneğini, Derrida’nın yapıbozum yaklaşımına benzeyen bir biçimde bozarak, esneterek de olsa, bir biçimde “kullanmış” oluyor. Dilden kaçarken tekrar dile yakalanıyor… Çünkü zayıf, yetersiz de olsa, ki bence öyle değil; elde dilden başka malzeme yok!
Şimdi, buraya bir çıkma daha: “Bu bir şairlik sanatıdır, şiir sanatı değildir”, demişti ya, Ahmet Bey, dilin kendi gizilgücü diye de bir şey vardır. Şiirde, şairden bağımsız olarak (elbet şairin kavrayışına bağımlı olarak) dilin, şiirin genetik mirasının, vs… potansiyeli (gizilgücü) de vardır. Şairin kurduğu yapıya, şairin haberi olmadan gelip yerleşir. Kendisi de bu nedenle düzyazıya çeviremez, indirgeyemez o şiiri, dilin kendi potansiyelinden ortaya çıkan o sihri. “Taşıyıcı anne”den kastım bu. Bir şair (kendi) şiirinin bütün genetiğini kendinde taşımaz. Bu mümkün değildir.
Şair şiirinin öz annesi değildir. Hatta çoğu zaman da, sadece süt annesidir. Daha şanslıysa, taşıyıcı annesidir. Ece Ayhan’ın vurguladığı “babasızlık” da, Hilmi Yavuz’un vurguladığı, “babasız şair olmaz” önermesi de, bu pencereden bakıldıkta, yanlıştır. Şair, yani “modern şair”, bu çağda, artık, ne yapayalnız bir adadır, ne de “usta- çırak” geleneğinin bir ürünüdür. Çünkü dilden başka, şiir tarihinden de başka beslendiği yerler, alanlar vardır… Kendi şiirini, “karnında taşıyıp, doğuran” olsa bile, sadece taşıyıcı annesidir onun. Üstelik, bu tamlamanın işaret ettiği trajik durum da buna dahildir.
Nerede okudum, unuttum; Hegel, “dile getirilemez düşünce, dil-öncesi bir düşünce olamaz” der. Şiir, önce, düşüncedir. Düşünceyi aşan bir şey (de) olması, hatta, tamam, “duygu”yu aşan bir şey de olması, onun önce bir “düşünce” olduğu, yani, dil-öncesi var olamayacağı savını yok etmez. Algıladığımız her şeyi, (dokunma, tatma…) kavradığımız her şeyi dile tercüme edemesek de, onları “dile getirirken”, dile mahkûmuz. Buradan, şiirin, düşünce ve duyguyu aşan bir düşünme ve duyma olduğu sonucuna varabiliriz. O halde, şiirde yapı, (biçim, teknik, ses, edâ vs. öğeleri) hem araçtır, hem de şiirin vazgeçilmezi olduğu için, aynı zamanda amaçtır. Şiirin kendisi de, bakış açısına göre, (pencerelerimize göre) hem araç hem amaç olabilen bir insan sözü değil midir?
Bu fikir jimnastiğini fazla uzatmadan, İyot.’taki yazıları okuyanların, 2005’te kaleme alınmış manifestonun, sonrasında Parçalı Ham şiirlerin bu yazıları ne kadar desteklediğini, onlarla nerelerde çeliştiğini düşünmelerini isterdim. Bu (özellikle şiir-şair konulu) yazılarda, örneğin, “dilin zayıflığı” düşüncesi yok. Fakat “şiir = şiir değil” formülünü önceleyen düşünceler, var. Acaba, Parçalı Ham şiirler, bir vazgeçiş ve kulvar değiştirme mi, yoksa bir birikmenin taşması mı? Bu soruların da tartışılması gerekir. Ama biz, şiirin içindeki şaire dönelim.
Parçalı Ham şiirler, yer yer düzyazıya yaklaşıyor olsalar da şiir kalıyorlar, çünkü yanlarında bir şair nöbet bekliyor. Dile getirilmemiş bir şeyi (o masumu) şairin kurduğu bir yapı ve teknikle dile getiriyor olmakla şiir kalıyorlar, ama şiirin (ses ve ritim gibi) bazı “arkaik” yapı taşlarını da barındırmadan edemiyorlar. Ahmet Güntan’ın Parçalı Ham şiirleri, sırf bu nedenle bile, (post-) modern bir açılımdır. Çünkü şiire, şiir dediğimize, başka pencereler açmaktadırlar.
Kimi şairler, geleneğe hem karşı çıkıp, hem T.S. Eliot’un sözünü ettiği o büyük resme, yeni renkler eklerler; şiir sanatına (“şairlik” değil!) başka pencereler açarlar. Hayata, evrene, olan bitene, kendimize, o pencerelerden bakmak, biz okuyucuları bir yerden alıp, başka bir yere bırakıyorsa, o şairleri dikkatle izlemekte yarar var. Ahmet Güntan, kanımca, o şairlerdendir. İyot.’taki yazıları okurken (içimden itirazlar yükselirken de), edindiğim izlenim budur.
Cem Uzungüneş
Kitap-lık, Sayı: 127 / Mayıs 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder