25 Şubat 2011 Cuma

Akşama eğri diyen adam.


İlhan Berk, Birhan Keskin, 2008.
İlhan’ın [ Berk ] yaşlılığında onu çok iyi izlediğimi sanıyordum, Çiğnenmiş Gül’ü okuyunca bu düşüncem değişti. Bazı şeyleri şimdi anladım. Ses’i görmek kitabın önemli bir izleği, bir yerde ... sesti her şey diyor. Son yıllarında bir bakarsın gözlerini kapamış, yaşlılıktan uyukluyor sanırdım, etrafımızdakiler anlayacak diye üzülür telaşlanırdım, sessizce omzuna dokunurdum, ama gözünü açtığında her seferinde konuya tam yerinden girebilecek kadar da konunun içinde olurdu, dinliyormuş, şimdi emin oldum. [ Aynı şeyi şu anda İlhan’ın o yaşıyla aynı yaşta ( 90 ) olan babam da yapıyor, pek seyretmiyor, dinliyor. Babam da İlhan gibi dolaşan gözdü, onun gibi hızlı yürür, önden gider, sonra dönüp bulunduğumuz yerde hangi rüzgarlar estiğini bize sayar, iyi çulluk olur burada derdi. İlhan’a bir gün babamın yaşlılık tanımını söyledim, sabah olsa kalksak, akşam olsa yatsak, İlhan doğru söylemiş dedi. ] Bodrum’daki evinde de hep sessizlik içinde yaşardı, terasta onu bulduğumda güneşte gözü kapalı oturuyor olurdu. Ses’e onu bu kadar güçlü bir şekilde birkaç şey getirdi sanırım. Birincisi yaşlılığın sessizliği. İkincisi bir kulağının ağır işitmesi. Üçüncüsü de hareket yeteneğinin azalmasıyla göz’ün alanının kısıtlanması, ki İlhan Berk bütün hayatı boyunca dolaşan gözdür. Sessizlik onun için yazınsal bir metafor olmaktan çıkıp gününü geçirdiği ana mekan olmuştu. Sesin dokunulabilir dünyayı nasıl tamamladığını, günlük zihinsel ütopya için neredeyse başat unsur olduğunu kavradı, kavramış yani, kitapta. Merleau-Ponty’yi hatırladım, görüş harekete asılıdır, gözlerin hiçbir hareketi olmasaydı görüş ne olurdu*, İlhan’ın sesi görmesine buradan bakıyorum, ses tutmuştur elinden, ses tamamlıyor gerçekten, eşyanın - dünyanın çığlığını bastırıyor, gündelik zihinsel ütopyanın çemberini tamamlıyor.



Çiğnenmiş Gül’de İlhan’ın yaşlılık günleriyle ilgili bir haber daha var. Bu şiirleri daha önce okumuştuk ama insan kitap halinde yan yana görünce farklı bakıyor, Manisa’ya, daha doğrusu Manisa’dan kalanlara geri dönmüş İlhan. Herhalde taşı, rüzgarı, suyu, otu, keçiyolunu ilk İstanbul’da tanımadı, Bodrum’da da tanımadı, o bunları ilk Manisa’da tanıdı. Çocuk gözüyle bakıyor zaten, kaya kayanın kardeşidir. İlhan’ın bir sürü yüzü arasından ben bir yüzünü hiç unutmam, yoksul bir Ege köyünden çıktığını hiç unutmam, orada büyümüştür. Dereye, taşa, ota bir yoksul olarak bakmıştır. Bir çocuk, içi ağzına kadar dolu bir çocuk, sırtını bir ağaca verir, çömelir, yerde taşı görür, çömelip yaklaşınca yer bir zemin olmaktan çıkıp bir mekan olur ya, taşın yoksulluğunu ilk öyle farkeder, ben hep böyle hayal ederim İlhan’ın tabiata ilgisini, ketumdur taş. Çiğnenmiş Gül’ün kahramanları hep bu ilk farkedilen taş, bu ot, bu keçiyoludur, yoksul doğdu, yoksulluğunu hiç unutamadan da öldü. Çocuksu tabiatın o kadar içinde yaşıyordu ki New York’a gidip döndüğünde yazdığı New York Şiiri 1995’e bakarsanız, orada mükemmel bir seçim yapıp Hudson Nehri’ni yazmış.

Mükemmelliği en son galiba İlhan’da sevdim, mükemmelliğe atacağım tekmeleri hep onun yanıbaşında düşündüm, hazırladım, hatta ilk ona anlattım. Harika derdi, aniden sıçrayan düşünceye bayılırdık, ikimiz de.

* Merleau-Ponty, Göz ve Tin, Ahmet Soysal çevirisi, Metis, 32. sayfa.

1 yorum:

  1. bu dinleme halinin hareketin kısıtlanmasının, görüşün zayıflığının bir sonucu değil, bahar günü enseye değen güneşin vücuda yayılışındaki gibi, görüş*ten ziyade büsbütün duyma halinin, "verweile doch, du bist so schön" anlarının bir tezahürü olduğunu düşünüyorum. hatta bunun yavaş yavaş uzuvlarından kendine çekilmekle, sesin durağan algısına evrilmekle de bi ilgisi olmalı.

    YanıtlaSil