Alıntı, Yahya Kemal’in Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım kitabından. Bu metni bu gözle, yani bu cümleyi algılayabilecek - görebilecek yeni bir gözle 20 gün önce havaalanında okudum. Gittiğim yerde bir deneyimimin baştan sona odağı olacağını o an bilmiyordum. Sonra MOMA’ya gittim, New York Modern Sanatlar Müzesi’ne. Çağdaş sanatın sergilendiği yerlere gittiğim zaman bedenimi ağzıma kadar bir itiraz suyu dolduruyor, elimde değil. Ama zorluyorum kendimi, olmaz Ahmet diyorum, bakman, ilgilenmen, anlaman lazım, yoksa İlhan [ Berk ] kızar. Ben gezdiğim sırada MOMA’da Andy Warhol Filmleri sergisi vardı. Girişteki birkaç çağdaş sanat olayına o kadar kafam bozuldu ki, Andy Warhol’la başlamak iyi olur diye düşündüm, haklı çıktım. Andy Warhol cesur bir adam, dayamış kamerayı, 8 saat kesintisiz portreler çekmiş, röntgenciliğin hasını yapmış, beğenelim - beğenmeyelim, bir iletisi var, o statik portreler bizi düşünmeye davet ediyor, bu önemli, bir kürsüden konuşuyor, beni “sanat tarihi”ni unutarak düşünmeye iten şeyleri seviyorum, bir yere oturup düşündüm, neydi beni bu salonda etkileyen, Warhol’la iki cümle konuşmadan ayrılmadım o salondan, Susan Sontag’ın yüzüne bakma ihtiyacının, yazdıklarını anlama ihtiyacından daha yoğun olduğunu biliyor.
Sonra müzenin meşhur resim koleksiyonunu gezdim. İşte ne bileyim, Picasso’nun Avignon’lu Kadınlar’ını ilk kez karşımda gördüm, Matisse, Cezanne, Miro, Van Gogh’tan görmediğim resimler... Sonra nihayet bana o kadar ilham veren kaplanı da gördüm, Rousseau’nun kaplanını.
Soyut Dışavurumculuk sergisi de vardı şansıma. Pollock’lara baktım uzun uzun. Onun resmi bir kol hareketine indirgemesine hayranım, Ömer Uluç’ta da bunu çok imrenerek beğeniyorum. Çok zor elde edilebilecek bir şey olduğunu biliyorum, kıskanıyorum. Şiir buna uygun mudur?
Sonra müzeye ilk adım attığımda yüzüme albastıran itiraz suyunu boşaltmış olarak çağdaş sanat katlarına indim. Tek tek baktım Allah için. Bir kadın vardı, işte 4:(diyelim)05 dakika iki beyaz parşömeni kameraya gösteriyordu, diğeri beyaz kağıt üstüne basılmış ayak izlerini sergiliyordu, kimisi boyayla, kimisi atık metallerle, kimisi başka başka malzemelerle değişik biçimlerin, hareketlerin peşinde koşuyorlardı. Hepsinin de yanında işlerini destekleyen, ne yaptıklarını izleyiciye bozukpara eden bir paragraf yazısı vardı. O zaman aklıma yolculuğun başında karşıma çıkan Yahya Kemal alıntısı geldi. Bir kere kabul etmem lazım, ben burada Türkiye’den yeni gelmiş bir Türk olarak varım, sanat hâlâ benim için haklılığın savunmasıdır. Batı'nın sergileme/müze fikri olmadan, Moma’daki bu işlerin dörtte üçü elenir gider. Esas sergilenen de sanki bu 'müze fikri' imiş gibi geldi bana. Devirlerin inkişafı fikri olmasa, “devirlerin bir tekamülü” fikri olmasa, işlerin yanlarındaki o birer paragraf anlatı sökülüp atılsa, o işlerden kaç tanesi seni düşünmeye çağırır? Bir tarafta "sanatın inkişafı" olmasa hiçbir şekilde ayakta duramayacaklar, sergileme fikri olmasa, "sanatın öyküsü" olmasa hepsi birer çöp olanlar. Diğer tarafta sanatın gelişim öyküsünün içinde olan hatta ona yön veren ama onu unuttuğun zaman da sana bir iletisi olanlar. Ama Ahmet diyordu içimden bir ses, bak burada özü deneyime dayanan bir sürü uğraş var, sen de deneyimi bu kadar önemsiyorsun, niye böyle yapıyorsun? Batılı insana acıyorum. Asla yüzleşme (confrontation) sevmiyorlar, çoktan unutmuşlar yüzleşmeyi refleks olarak, buradaki deneyimler de birer yüzleşme değil benim için. Kadın ( Paula Hayes ) duvara asmak için yumuşak hatlı akrilik havzalar yapıyormuş, içinde 3 yıl bekleyip bazı özel bitkiler filan yetiştiriyormuş, bir de hermafrodit kaplumbağalar koymuş bu havzalara, işte 3 yıl sonra onu kendi seçtiği birilerine satıyormuş, mesela MOMA’nın girişindekiler binanın en yoğun insan trafiği olduğu yerde sakinliği yerleştiriyormuş, vesaire, ben acıdım kaplumbağalara, zavallı hayvanların kaderine. Beni çarpan tek deneyim Paul Chan’ın Beckett’in Godot’yu Beklerken piyesini, Katrina sonrası yok olmaya yüz tutmuş New Orleans sokaklarında sahneye koyması oldu. Deneyimse deneyim, beklemenin bu kadar güçlü biçimde yerini bulması Beckett’e de yakışmış.
Bütün bu düşüncelerin arasında, Moma’da her girdiğim salonda bunların hepsinin uçucu, insan gerçekliğinin kalıcı olduğunu bana hatırlatan, beni Moma’da en en en ama en çok çarpan şey, o kadar tuhaf eserin arasında, o kadar şekilli japonun ve şekilli sanat tüketicisinin arasında, her 4 eserde bir o eserlerin başını bekleyen takım elbise giydirilmiş zenciler oldu. Yoksulluğun müze bekçisi olarak seçilmesini yazmak istiyorum. Bir an birine yönelip sormak istedim, sör - bu sergilenen şeyler senin için ne ifade ediyor diye, ama yapmadım, bence bu zenciler de yüzleşmeyi unutmuşlardı, Amerika’da kimse yüzleşmiyor, yok o duygu, kalkmış piyasadan, yapamadım, Amerika burası diye durdum, the land of small talk, the biggest cocktail party ever.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder