26 Mayıs 2011 Perşembe

Kul cinsi bir esire.

Bugün Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt romanını (1889) okudum, yazar hakkında biraz okumak istedim, imkânım internetle kısıtlı, internette de maalesef Samipaşazade Sezai yeni müfredata uygun Türkçe ve edebiyat konusu olarak geçiyor, ödev sitelerinden başka hiçbir şey yok, kitabın başında Ali Canip Yöntem’in 1967’de yazdığı bir önsöz var, orada şöyle diyor: Batı edebiyatında (romantism)i takip eden (realisme)i Türk romancılığına ilk defa getirdiği için Sezai Bey, edebiyatımızda (realiste) romanın da babası sayılmaya lâyıktır. Sezai Bey bu denemesinde [Sergüzeşt], Namık Kemal’in bir türlü kurtulamadığı kelime debdebesinden tamamen sıyrılmış olmasa bile, yeni bir üslûb kullanmış, romanda maksadın , hayatı ifade etmek olduğunu anlamış ve göstermiştir. Bunlar tabii yapıta çok uzaktan bakan sözler. Okunduğu zaman basbayağı romantik bir eser, belki Namık Kemal bir idealin savunusunu yaptığı için romantik sayılıyordu [ama vatan da sonra realite kazandı], Sezai ise gözünü daha gündelik bir alana dikti, gündelik sahada güttüğü romantizm sırf somut alanda geçtiği için [öyle ya vatan henüz somut değil ama (kaybedilmemesi gereken bir) idealdi] bizde realizm sayıldı, bizim sotalamalarımızda hep bir tümdenkaçış oluyor. Samipaşazade de zaten şöyle demiş: Sergüzeşt, hayatın etüdüdür. Bir vakanın kopyası değildir. Hakikî olan [gerçekçi olan demek istiyor] Kediler isimli eserimdir. Yapıta çıplak gözle bakacağım, o dönem acaba neler yazılmış diye okunan bir roman değil çünkü, çok etkileyici bir hikaye, köle kız Dilber ile Moda Burnu beyzadesi ressam Celal’in umutsuz aşkları, psikolojisi olan bir roman, bu roman yazıldığında Holywood yoktu, herkes şimdi bizim olduğumuz gibi birer ilişki profesörü değildi, bugün bizim gibi ilişki uzmanlarına bile güncel gelebilecek bir savrulma psikolojisini çok iyi tanımlanmış, hiç eskimiş değil. Hele Dilber’den ayrıldıktan sonra Celal’in kızı aramak için harap bir fırına gittiği bölüm, sonra vapurda kendi kendine sayıkladığı bölüm çok güzel bölümler, hele bir bölümü var ki Dostoyevskiyen bir bölüm: Celal Dilber’i kaybettiğini, artık onu bulamayacağını tamamen anladıktan sonra yolda gülen birini görse gülüyor, demek ki mutlu, demek ki Dilber onda diye gülene saldırıyor, ağlayan görse ağlıyor, demek ki Dilber’in mutsuzluğunu biliyor, demek ki Dilber onda diye ağlayana saldırıyor.


Sabah sessizliği içinde biraz daha yürüdükten sonra Moda burnu taraflarından geçerken bir evden ağlama sesleri işitti... Birden irkilerek durdu... Yine heyheyler gelmişti... Kendi kendine:
- Bu evde ağlaşıyorlar... Demek ki Dilber burada... dedi. Gidip evin kapısını çaldı.
Kapıyı açan ihtiyar kadına:
- Yukarıda ağlaşanlar kim? diye sorunca kadın onu da daima gelen misafirlerden sanarak:
- Ah! Sorma evladım!... Efendi vefat etti... cevabını verdi.
Celâl o sırada cenaze için gelenlere dönmüş:
- Bırakın şu biçareyi!... Ölen o değil, asıl benim!... beni gömün! diye yalvarıyordu.


Kitapta bana ilginç gelen bir şey de köle satışı yapılırken yazılan satış senedi oldu. Aynen alıyorum:

“Çerkes-ül-asl dokuz yaşında kul cinsi bir esireyi ilel ü eskamdan salim olarak Harput Malmüdir-i sabıkı Mustafa Efendi’nin haremine kırk adet lira-yı Osmanî mukabilinde füruht ettiğimi mübeyyin işbu senedim bit-tahrir Hanım-ı mumaileyhaya teslim kılındı.
Esirci Hacı Ömer”


[Çerkez asıllı, dokuz yaşında kul cinsi bir esir kızı, hiçbir hastalığı, illeti ve sakatlığı olmaksızın, Harput Eski Malmüdürü Mustafa Efendi’nin eşine, 40 adet Osmanlı lirası karşılığında sattığımı bildiren bu senedim yazılarak adı geçen hanıma teslim edildi.]

Bir de Samipaşazade'nin mezarının çok sevdiği arkadaşı Recaizade Ekrem'le Küçüksu'da yanyana olması, bana bugünkü dünyamıza ne kadar uzak bir kucaklaşma diye düşündürdü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder